O zamanlarki adıyla Türkiye 2. Ligi'nde mücadele eden İstanbulspor ve Antalyaspor 1. Lig'e yükselmek için, Play-Off'larda finale kalmıştı. Final, Ankara 19 Mayıs Stadyumu'nda oynanacaktı. Maçtan bir gün önce, Antalya sokakları adeta Kırmızı-Beyaz'a boyanmıştı. Konvoylar yapılıyordu. Antalyaspor kaşkolları, bayrakları, formaları heryerdeydi.
Günler öncesinde, babamdan sözü almıştım. Hem maça gidecektik hem de Anıtkabir'i ziyaret edecektik. Maalesef öyle olmadı. Babamın işlerinden dolayı bu önemli müsabakaya gidemedik. Yapacak bir şey yoktu. Babamla birlikte, şampiyonluğa giden arkadaşlarını uğurlamak için, yanlarına gittik. Herkesin gözleri parlıyordu. Çünkü şehir inanmıştı şampiyonluğa. Yalnız, rakip küçümsenmeyecek hatta herkesin şampiyon olur gözüyle baktığı, Saffet'li, Tanju'lu İstanbulspor'du. Otobüsler hareket etmeden önce, futbol muhabbeti dillerdeydi. "Piç Adnan(Adnan Gülek)" 'dan goller bekleniyordu. Adnan'ın bu lakabını ilk defa duymuştum. Babam, Adnan'dan bahsederken, hep "Varyete" derdi. Sanıyorum, terbiyemin bozulmamasını istemiş olmalı. Hareket vakti gelmişti. Babam, arkadaşlarıyla vedalaştı. Bir anda yüzüm asıldı. Babama, "Biz neden o otobüste değiliz.?" der gibi baktım. O da saçımı okşadı. "Söz. Seni Ankara'ya maça götüreceğim." dedi. O an, yüzümde garip bi' tebessüm oluşmuştu. Babamın arkadaşları, benimle de vedalaştı. O an, orada en küçük bendim, henüz 7 yaşındaydım. Otobüsler hareket etmeden önce, arabamıza bindik. Konvoy halinde şehirden çıkan otobüslerin arasına karıştık. Elimde naylondan Antalyaspor bayrağı vardı. Sanıyorum, Yeni İleri gazetesi vermişti. Pencereden çıkıp, O'nu sallıyordum. Otobüsteki abilerim, amcalarımla göz gözeydik. Işıklar Caddesi'nde kornalarla, marşlarla ilerliyorduk. Kepez Kavşağı'na geldiğimizde ise; bizim eve dönüşümüz, abilerimizin "Şampiyonluğa Gidiş" 'i başlıyordu. Eve gelmiştik. Saatler uyku vaktimi çoktan geçmişti. Yatağa girdiğimde, birkaç ay önce okula yeni başlayacak olduğumda duyduğum heyecan vardı.
Sabah olmuştu. Kahvaltıyı yapar yapmaz, arkadaşlarımla top oynamak için sokağa çıkmıştım. Evin az ilerisinde, topraktan bir alan vardı. Arkadaşlarım beni orada bekliyorlardı. Takımı kurmakta fazla zorlanmadık: Kırmızı-Beyazlılar ve diğerleri. Kendimi maça öyle bir kaptırmışım ki, Şampiyonluk Maçını unutmuşum. Saat 17.00 sularında, babam top oynadığımız yere geldi ve "Yürü len maça.!" dedi. Maçı sadece ben unutmamışım. Bir anda, herkes evine dağıldı. O zamanlar apartmanımızın hemen altında kumarhane işleten amcamın mekanında, maçı radyodan dinlemek için kurulduk. Babamgil, rakı masasını hazırlamışlar. Bana da çerez ve meyve suyu ayarlamışlar. Çok geçmeden maç başladı. Bir yandan meyve suyu içip, babamgilin masadaki hibeşten otlanıyorum. Bir yandan da radyodan maçı dinliyorum. Mekandaki müşteriler ise, hem oyunlarını oynuyorlar, hem de ara ara maçı dinliyorlar. Murat'la 1-0 öne geçtik ve ilk yarı üstünlüğümüzle kapandı. 2. yarıya da iyi bir başlangıç yaparak, yine Murat'la 2. golü bulduk. Mekanda, tam bir bayram havası hakimdi. Aradan çok fazla geçmeden Tanju, art arda attığı 2 golle durumu eşitledi. Bir anda ortam buz kesti. Birkaç ilgisiz masadan gelen poker fişleri sesi hariç, kimseden çıt çıkmıyordu. Herkesi, "Şampiyonluk gidiyor mu.?" endişesi sardı. Maç bitmek üzereydi derken, 88. dakikada ceza alanın hemen önünde serbest vuruş kazanmıştık. Piç Adnan, topun başındaydı. İlgisiz masalar da, oyunlarını bırakmış radyodan gelecek olan "Gol" sesini bekliyorlardı. Resmen, hayat durmuştu. Babamla beraber mekanın kapısındaydım. Herkes radyoya bakıyordu. Spikerin, "Adnan topun başında, Adnan geliyor. Vurdu ve top ağlarda.!" demesiyle birlikte, havada uçuşan poker fişleri mi dersiniz, babamgilin dağılan rakı masası mı dersiniz, sevinçten ağlayanlar mı dersiniz. Bir anda kendimi, her zamanki maça gidiş pozisyonumda, babamın omuzlarında buldum. Tarifi mümkün olmayan bir mutluluk. O anda, rahmetli babaannem ve rahmetli dedem de aşağıya inmişlerdi. Arabaya atladığımız gibi konvoya çıkmıştık. İnanmazsınız belki ama hayatımda ilk kez caddeleri bu kadar kalabalık ve bu kadar Kırmızı-Beyaz görüyordum. Bütün Antalya, caddelere akın etmişti. Kadını erkeği, genci yaşlısı, herkes oradaydı. Güllük kavşağı kilitlenmişti. Babaannem arka koltukta benim yanımda, dedem ön koltukta, babam da arabayı kullan olarak zor da olsa caddeye girebilmiştik. Güllük'ten Selekler'e, Selekler'den Cumhuriyet Meydanı'na, Cumhuriyet Meydanı'ndan Işıklar'a konvoy uzuyordu. Elimde yine naylondan Antalyaspor bayrağı vardı. Pencereden çıkıp onu sallıyordum. Işıklar'a geldiğimizde, ortalık mahşer yeri gibiydi. Meşaleler yakılmış, marşlar söyleniyordu. "Antalya, Antalya şanımız. Feda olsun canımız." tezahüratıyla ortalık inliyordu. Işıklar'dan çıkıp, şimdiki Sampi kavşağına geldiğimizde ise, Manavgat'tan ve Serik'ten gelen Antalyasporlularla birlikte, sevinç gösterileri daha da artmıştı. Korna seslerinden, ne konuştuğumuzu duyamaz hale gelmiştik. Sampi kavşağından tekrar Işıklar'a dönerken babamın bize doğru dönüp, "Anne, korna bozuldu herhalde.!" dediğini hiçbir zaman unutamam.
Konvoy sonrası eve geldik. Gelir gelmez, babamla beraber ilk işimiz dev Kırmızı-Beyaz bayrağımızı balkondan sallandırmak oldu. Balkondan baktığımda, diğer evlerdeki, Kırmızı-Beyaz bayraklar, balonlar ve Antalyaspor posterleri göz kamaştırıcıydı.
Şampiyon olmuştuk. 7 yaşımda ilk şampiyonluğumdu. Şimdiki, bırakın 7 yaşındaki bir çocuğu, 15-16 yaşındaki bir gencin, anlatabileceği bir Antalyaspor anısı yok. Üzülmüyor değilim, Antalyaspor'un bu hale gelmesine. Senin, 3,5 - 4 yaşında tanıştığın o şanlı Antalyaspor'u, elin adamı gelecek ve sponsorluk adı altında satacak. İsmin değişecek, arman değişecek.
Şimdi sorarım sizlere, bu MedicalPark Antalyaspor, benim Antalyasporum mu.?
Dipnot: Merak edenler için, babam sözünde durdu. Bir sonraki sezon, beni Ankara'ya Petrol Ofisi deplasmanına götürdü.